Yazmak, boşluğu bölmektir.
Hayattaki şeyleri yapabildikleri ile tanımlar ve anlamlarını ona göre veririz. Kalem ile yemek yenmez, fırça ile kahve içilmez demeyiz; bir kalem yazar, fırça boyar, biz de yaşarız. Ancak hayatın kendisinin, yapabileceklerimizle mi yoksa yapabileceklerimizle aramızdaki mesafeyle mi tanımlanacağı konusunda oldukça kuvvetli şüphelerim var. Bu mesafeyi kolay bir şekilde kavrayabilmek için de adına boşluk diyeceğim.
Adı üstünde boşluk. Bembeyaz, kocaman, içinde bir şey barındırmayan doluluk. Ancak boşluk, ne kulağımıza geldiği kadar işe yaramaz ne de vaat ettiği kadar içinde bir şey barındırmıyor değil; tam tersine var olanın var oluşu biçimi boşluğun orada olup olmasına bağlı. Örneğin Niccolò Paganini’den 24 Caprice’i dinlerseniz vurulan her notayı anlamlı kılanın notaların arasındaki boşluk olduğunu fark edeceksiniz. Ya da René Magritte’in L’art de la Conversation’una bakın: göğe yükselmiş çifti vurgulayanın, onları oraya koyanın yine boşluğun varlığı olduğunu anlayacaksınız.
İletişimde de boşluğun varlığı gayet aşikâr: Sessizlik, kelimelerin yokluğu, sesin eksikliği. Söze, konuşulana anlamını veren ondan hemen önceki boşluk ya da sessizlik değilse nedir. Bir başka deyişle, anlatı, boşluk ve sessizlik üzerinde kendisine yer bulur. Ya da “seni seviyorum” beyanını bir aşkın ilanı yapan ondan hemen önceki boşluk ve hemen sonrasındaki sessizlik değil midir? Yazıda da hemen hemen aynısı geçerlidir. Bembeyazlığı delip geçen, boşluğun üzerindeki harfler. Her bir kelimenin dört bir tarafını saran, sarmakla kalmayıp kristalleşmesini sağlayan o boşluklar. Belki de tam bu yüzden birisini dinlemek oldukça estetik bir eylemdir: boşluğu konuşarak dolduran konuşmacı ve ona o boşluğu zarifçe sunan dinleyici.
Boşluğun bir başka formu ise kendisini ilişkilerde mesafe olarak gösteriyor. Boşluk ya da mesafe öyle büyülü bir aynadır ki “yeterince doğru” ayarladığında çok yakını uzak, yeterince uzak olanı ise yakın kılar. Mesafeyi “yeterince doğru” ayarlamak ise boşluğu nasıl dolduracağınız ile ilgilidir. Aşağıda gördüğünüz geyiği çok sevmeme rağmen aramızdaki boşluğu “ona daha yakın olmak”la doldurduğum için rahatsız oldu ve çekip gitti. Bunun yerine o boşluğu olduğu gibi kabullenip orada sadece “dursaydım” birbirimize bakmaya devam edecektik. Tabi ki kolayca kavrıyorsunuzdur ki tüm bunların geyiklerle bir ilgisi yok.

Son olarak boşluk, arzu ile de ilgili görünüyor: bir şeyi gerçekten istediğinizi hissettiğiniz an ile onu elde ettiğiniz an arasındaki o zaman dilimi, boşluk, sekans. Ne kadar da ihtişamlı, yüce ve aynı zamanda can yakıcı olabilen bir boşluk! Elde ettiğiniz andan itibaren yok olan o boşluk! İşte belki de bu yüzden Arthur Schopenhauer, “hayatımız bir sarkaçtır” demiştir.
Sahip olmak isteyenin, arzulayanın ızdırabı, sahip olanın sıkıntısı. Başka bir deyişle, aşığın ızdırabı, evli çiftin sıkıntısı. Dolayısıyla boşluğun varlığı hem ızdıraba hem de sıkıntıya anlamını veriyor gibidir. İşte sarkacın bu iki ucu arasındaki boşlukta da o küçücük mutluluk anlarını biriktirmeye çalışıyoruzdur.
Bizi biz yapan boşlukla nasıl ilişkilendiğimiz değil midir zaten?